|
||
MEHMET AKİF VE
MODERN BİLİM Bilimin, genelde aynı veya yakın anlamlara gelen çeşitli tanımları vardır. Bize göre bilim, hayat ve kainatın uyduğu kanunları araştırıp açıklayan ve hem olaylar hem de varlıklar arasındaki ilişkiyi tespit etmeye çalışan bağlantılar sistemidir. Ünlü bilim felsefecisi Popper bilimi “ sonuçları ve ifadeleri gözlem ve deneyle denenip çürütülebilecek faaliyetlerin tümü ” diye tarif etmiştir. Teknoloji ise, üretilen malları, üretimde kullanılan makine ve emeği, toplumun sosyal, kültürel ve psikolojik varlığını içine alır. Arzulanan hedefleri ve bu hedeflere nasıl ulaşılacağını kapsayan ileriye dönük bir bilim programına da “bilim politikası” denir. Bilim, teknoloji ve bilim politikası son derece önemlidir. Çünkü bir ülke bilim ve teknolojide başarılı olamayınca geri kalmaktan kurtulamaz; milli güvenliğini ve bağımsızlığını koruyamaz. Günümüzde bir toplumun başı dik ve onurlu bir şekilde yaşayabilmesi, çok önemli ölçüde bilim ve teknolojideki gücüne bağlıdır. Bir ülkede, çağdaş bilim, bilimsel zihniyet ve yeter miktarda bilgi üretimi olmadan teknolojide, uygulama alanlarında ve ekonomik hayatta gerçek anlamda ilerleme olmaz. Bilim üretilmeden, sadece teknoloji ithali yoluyla, milletler arasında devam eden baş döndürücü siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik yarışı sürdürmek ve medeniyetler yarışını kazanmak mümkün değildir. Bilim, bilim zihniyeti ve bilgi üretimi niçin gerekli ve çok önemlidir?
*
Hayatı, maddeyi, evreni ve evrendeki tüm olayları doğru olarak
anlayabilmek için, Sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar dünya biliminin öncüleri Müslüman bilginlerdi. Bilim tarihi Milattan sonra 750-1450 yılları arasında Cabir, Harezmi, Razi, İbni Sina, Mes’udi, Ebu’l Vefa, Biruni, Ömer Hayyam, İbni Rüşd, Nasiruddin Tusi, İbni Nefis ve Uluğ Bey’i bilim öncüleri olarak zikretmektedir. Bu dönemden sonra Avrupa’da bilim ilerlemeye başlarken; Doğuda önce durakladı ve on altıncı yüzyıldan sonra da iyice geriledi. 1631 yılında Koçi Bey tarafından Dördüncü Murat’a sunulan risalede “ Bilginin devamı bilginlerledir.O yüzden yüce ataları zamanında bilgiye ve bilginlere olan hürmet ve ikram hiç bir devlette olmamıştır... Bugün ilim yolu dahi fevkalade bozulmuştur... İlmiyeye ait yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir.” denmektedir. 1699 Karlofça Barışı' ndan sonra bilim ve teknikte geri kaldığımız iyice anlaşılmış; bazı devlet ve fikir adamları bu mesele üzerinde kafa yormaya başlamışlardır. 1839 Tanzimat hareketini izleyen yıllarda bilim ve teknik Türk Edebiyatı’na da girmiş ve genel olarak yüceltilmiştir. Diğer taraftan, 1849’dan itibaren Avrupa’ya devamlı öğrenci gönderilmiş, böylece ilim ve fendeki açık kapatılmak istenmiştir. Ne yazık ki, Türkiye bilim yarışında bugüne kadar başarılı olamamıştır. Dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğunu kuran ve dünya liderliğini çok uzun süre elinde tutan Türk’lerin başaramadığını, tarihte büyük devlet olamamış Japonlar kısa sürede başarmışlardır. Japonya Batıyla temasa 1854 yılında başlamış; 1868’de Meiji (ışık) devrimini yapmış ve 1905’de Avrupa ülkeleri seviyesini yakalamıştır. Japonlar, Batıda üstün olan her şeyi almış, geleneksel kurumlarını korumuş, en eski ile en yeniyi yan yana, uyum içinde yaşatmıştır. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy (1873 - 1936) 1893 yılında Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebini birincilikle bitirmiş, fen bilimlerinin önemini kavramış, Pasteur’e ve Onun şahsında bilime hayranlık duymuştur. Ayrıca, Akif Almanya’yı görmüş ve İslam ülkelerini gezerek Doğunun sefil ve perişan durumunu yakından tespit etmiş, Müslüman ülkelerde yukarıda adları sıralanan ölçüde bilim adamlarının olmamasına derinden üzülmüştür. Akif, Rifat Hüsameddin Paşa ve Pasteur İnsan davranışlarının oluşmasında hem genetik yapı hem de çevre etkilidir. Akif’i modern bilim konusunda düşünceye sevk eden, modern bilimin ve bilgi üreten kurumların önemini şiirleştiren ve Onu bu yönüyle çağdaşlarından ayıran bazı sebepler üzerinde durmak gerekir. Çünkü O, çağdaşları içinde modern bilimi en fazla öne çıkaran bir şair ve düşünürdür. Burada iki sebep üzerinde durulacaktır. Bunlardan birisi Baytar Mektebinde mikrobiyoloji dersleri veren Rifat Hüsameddin Paşa (1863-1921), ikincisi de ünlü Fransız bilgin Louis Pasteur’dür. Askeri Tıbbiyeden 1886 yılında Yüzbaşı rütbesiyle mezun olan Rifat Hüsameddin bakteriyoloji konusunda eğitim görmek için Paris’e Pasteur’ün yanına gitti. Dönüşünde Tıbbiye ve baytar mektebinde hocalık yaptı. Mithat Cemal Kuntay üç insan arasındaki ilişkiyi şöyle anlatır: “Akifin mektebe girdiği yıl, Paris’in o sokağından Halkalı’ya bir Türk hekimi geldi: Rifat Hüsameddin Mektebe mikrop kültürünü getiriyordu; bu yeni ilmi Pasteür’ün kendinden almış, eli Onun eline değmişti.” “ Akif bu muallimden Pasteur’ün yalnız ilmini öğrenmedi: büyük feragatini de dinliyordu. Ve Pasteur o hıristiyandı ki Akif, Onun adını söylerken, gözleri büyür, sesi değişirdi. Bana Pasteur’ün resmini gösterir: Bu ne ilahi yüzdür! Der, öperdi. Sonra acı acı gülümser, ilave ederdi: Mu’tekid (itikatlı) de!” Louis Pasteur (1822-1895) insanlığa en faydalı olmuş bilim adamlarından birisidir. Stereokimyanın ve mikrobiyolojinin kurucusudur. Kendiliğinden türeme görüşünü yıkarak bir canlının ancak başka bir canlıdan meydana gelmekte olduğunu ispatlamıştır. Pasteur’ün diğer çok önemli buluşlarından bazıları şunlardır: Mayalanmanın mekanizması, besinlerin bozulmasının nedeni, pastörizasyon, şarbon hastalığının sebep ve aşısı, loğusalık hummasının nedeni, tavuk kolerasının sebep ve aşısı ve kuduz aşısı. Akif’in Modern Bilimle İlgili Mesajları Akif modern bilim konusunda uyarılarını vermeye başladığında, atom teorisi, ışığın dalga teorisi, termodinamik yasaları zaten biliniyordu. Rölativite teorisi, kuvantum teorisi, atomun yapısı, astrofizik ve evrenin yapısıyla ilgili son teoriler yeni yeni duyulmaktaydı. İşte böyle bir dönemde gelişen modern bilimi yakından izleyen Akif, topluma olan mesajlarını Safahat adı altında vermeye başladı. Safahat 7 ayrı kitaptan ibarettir. Akif, bu kitaplarda milletinin dertlerini ve ıstırabını şiirin gücüyle terennüm etmiş, her kesimden insanımıza, özellikle gençlere yol göstermiş, karanlıktan aydınlığa çıkabilmenin çarelerini araştırmıştır Safahat’ın 1908 - 1910 yılları arasında yazılan birinci kitabında, “ Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur ! ” diyen Akif, ikinci kitapta Doğudaki eski ünlü ilim merkezlerinin mevcut acıklı durumunu gözler önüne sermiştir: “O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak; Zilletin koynuna girmiş uyuyor mustağrak ! İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim, Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin, ne akim ! O rasad-hânei dünyâ, o Semerkand bile; Öyle dalmış ki hûrâfâta o mâzisiyle." "Sayısız medrese var gerçi Buhara' da bugün... Okunandan ne haber ? On para etmez fenler, Ne bu dünyada soran var, ne de ahirette geçer !". Japon ModeliAkif, hem bilimde ileri gittikleri hem de eski kültürlerini korudukları için Japonlara hayrandır. Fikret gibi bazı çağdaşlarının aksine O, Batının ilmini ve yararlı şeylerini almamızı, zararlı unsurları ise gümrükten içeri sokmamamızı ister. Medeniyet girebilmiş ancak fenniyle… O da sahiplerinin lâhik olan iznile. ............... Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür; Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür ! ............... Alınız ilmini garbın alınız san' atını; Veriniz hem de mesainize son süratini. Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyeti yok san' atın ilmin; yalnız, Süleymaniye Medreseleri O’na ilmin dine saygılı olması gerektiğini düşündürür : Evet, medaris o vahdetsarayı muhteşemin Önünde : hürmetidir dine her zaman ilmin. Bilimin ilerlemesi ve birinci sınıf bilim adamlarının yetişmesi gayret, hürmet, destek ve istikrar ister. Düşünce, inanç ve teşebbüs özgürlüğü sağlanmamış, serbest rekabet kuralları tam olarak yerleşmemiş ve sürekli olarak politik-ideolojik tercihlerin öne çıktığı bir toplumda bilim gelişip yücelmez. Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün ? Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün; Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn, Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn, Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek, Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek ? Bilim Çağı Batı ile Doğuyu karşılaştırdığı dördüncü Safahat’ta, maziye özlem duyar, çalışmanın önemini vurgular ve ilerlemenin, büyük eserler bırakmanın ancak çağın ilmini elde etmek yoluyla mümkün olabileceğini haykırır: Süveyşi açtı herif…Doğru…Neyle açtı fakat ? Omuzlamakla mı ? Heyhat ! Öyle bir fenle, Ki bir ömür telef etmiş o fenni tahsile. Bu bölümde eğitimin yaygınlaştırılması ve okullaşma oranının artırılması gerektiğini belirtip, “şunu unutmayın ki çağımız bilim çağıdır, ama ne yazık ki milletin fertleri bilgiden yoksundur” diyerek, çağa adını belki de ilk defa Akif vermiştir : “Hülâsa, milletin efrâdı bilgiden mahrûm, Unutmayın şunu lakin : Zaman, Zamân-ı ulûm !” Okur - yazar oranının artması, gençlere çağın ilimlerinin öğretilmesi mutlaka gereklidir; ancak mukaddesata da saygı gösterilmelidir. İlim öğrendim diyenlerin milletin inancına saygısız olmaları, milli değerlere yabancılaşmaları halinde aydınlığa çıkmak mümkün değildir. Evet, ulûmunu asrın şebâba öğretelim; Mukaddesâta, fakat, çokca ihtirâm edelim. Yine Akif dördüncü Safahat'ta Avrupa' ya tahsil için gidenlerin görevlerini tam olarak yapmaları gerektiğini şu şekilde ihtar eder : Heriflerin, hani, dünyâ kadar bedâyii var: Ulûmu var, edebiyyatı var, sanâyii var. Giden, birer avuç olsun getirse memlekete; Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma' rifete. Akif beşinci Safahat’ta, eğitimin tüketime değil üretime dönük olması gerektiğini, halkın fen bilimlerinden istifade edemediğini; millete götürülen ilmin hastalığa şifa olacak cinsten bir ilim olmadığını anlatır. Altıncı Safahat’ta, yurtta birçok yüksek okul bulunduğunu, ancak,buralarda yetişen insanların memleketin ihtiyacını karşılayacak kapasitede olmadıklarını belirtir. Memlekette Tıbbiye, Mülkiye, Bahriye, Baytar, Ziraat ve Mühendishane denen okullara milletin milyonlarca para verdiğini hatırlatır. Fakat, herhangi bir iş için gereken uzmanı Avrupa’dan getirdiğimize göre "bu okullar ne yapar", diye sorar. Daha sonra, medreseleri sorgular. Yurtta İbn - i Sina, Razi, Gazali gibi üç - beş alim olmadığına göre , medreselerin varlığından da söz etmenin yersiz olacağı sonucuna varır. Akif, giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinmemiz gerektiğini, manevi oğlu Asım yoluyla bütün gençlerden ister ve yarının ilminin çok müthiş gelişme göstereceğini belirtir. Atom 1919 yılında parçalandı. İnsanlık atom bombasından 1945 yılında haberdar oldu. Halbuki Akif, atom enerjisinin büyüklüğüne ve önemine çok önceden işaret etmiş, uyuyanları uyandırmaya çalışmıştı: "Sade Garbın, yalnız ilmine dönsün yüzümüz. O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin; Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin; Fen diyarında sızan nâ-mütenâhi pınarı, Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları ... Yarının ilmi nedir, halbuki ? Gayet müdhiş : “Maddenin kudret-i zerriyesi” uğraştığı iş. O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek, Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek O’na yükseldi mi, artık, değişir rûy-u zemin; Çünkü bir damla kömürden edecekler te' min, Öyle milyonla değil, nâ-mütenâhi kudret!..." Akif Asım’ı, görüp bildiği, fende ileri bir ülkeye, Almanya’ya göndermek ister. Ona inkılabın, ilerlemenin, aydınlığa çıkmanın yolunun, üç yüz yıldır kaçırdığımız ilmi ve ilmi gelişmeleri elde etmek olduğunu, bu maksatla Berlin’e bir gün evvel gidip bir saat önce gelmeleri gerektiğini hatırlatır. Yedinci Safahat’ta, çalışmanın, gayret etmenin ve ter dökmenin önemini tekrar tekrar vurgular; hak ve hürriyetlerin korunabilmesi için bütün alınların terlemesine, yani bir çalışma seferberliğine ihtiyaç olduğunu anlatır. Yas tutmakla, göz yaşı dökmekle, devlet batacak diye umutsuzluğa düşmekle bir yere varmanın ve karanlıktan çıkmanın mümkün olmadığını ihtar eder. Bu bölümde tekrar, maziyi yıkmak isteyenlere karşı çıkar ve "mazisi yıkık milletin geleceği de yıkık olacaktır" der. Doğduk, "yaşamak yok size !" derlerdi beşikten; Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten ! ... "Devlet batacak !" çığlığı beyninde öter de, Millette bekâ hissi ezilmez mi ? Nerde ! "Devlet batacak !" işte bu öldürdü şebâbı; Git yokla da bak, var mı kımıldamaya tâbi ? Afakına yüklense de binlerce mehâlik Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır; Tek sen uluyan ye' si gebert, azmi uyandır.
Akif 27 Aralık 1936'da aramızdan ayrıldı. Ancak biz hala Onun mesajını anlamaya ve Onun istediği, özlediği bilim ve teknik seviyesini yakalamaya muhtacız. Bugün dünya bilimine katkı sıralamasında oldukça gerideyiz. Bilim adamlarımızın aldığı atıf sayısı ve tescil edilen patent sayısı bakımından iyi durumda değiliz. Hastalıkların tedavisinde kullanılan ve eczanelerde satılan binlerce ilaçtan kaç tanesini bulup geliştirdiğimizi araştırdığımızda iki bakımdan çok üzülmemiz gerekir: İlki insanlığa hizmette geri kalmış olmamız. İkincisi de ekonomik açıdan büyük kayıplara uğramamız. Bin iktisaden faal nüfusa düşen araştırma - geliştirme (Ar - Ge) personeli sayısı ileri ülkelerdekinden oldukça azdır . Gayri safi milli hasıladan Ar-Ge’ye ileri ülkeler yüzde 2-3 pay ayırırken; biz ancak binde 0.60 kadar pay ayırabiliyoruz. İleri ülkelerde Ar-Ge’ye verilen maddi desteğin yüzde 70 - 80’i sanayi kesiminden gelirken; bizde bu oran, en iyimser ifadeyle ancak yüzde 15-20’ kadardır. Şimdiye kadar Nobel Ödülü almış tek bir bilim adamı bile yetiştiremedik. Yükseköğretimde çağ nüfusunun okullaşma oranı oldukça yetersizdir. Dünyanın sayılı üniversiteleri arasına girebilen tek bir üniversitemiz yoktur. Almanya'nın Hamburg şehrinde 1978'de kurulan genç Hamburg - Harburg Üniversitesi'nin 1999'da 3500 öğrencisi, 100'ü öğretim üyesi olmak üzere 500 de öğretim elemanı vardı. Teknoloji alanında ve mühendislik eğitiminde öne çıkan ve endüstri ile sıkı bağlantıları olan bu üniversite yılda yaklaşık 100 patent almaktadır. Patentlerden elde edilen gelirler ilgili araştırıcılar ile kurumlar arasında paylaştırılmaktadır Ekonomi ve eğitimde özelleştirmeyi tam olarak beceremedik. Yıllık enflasyon oranı %80-100 seviyesinde seyretmekteydi. Memnuniyetle belirtmek gerekir ki, bu konuda ileri ülkelerdeki oranları yakalamış durumdayız. İhracatın ithalatı karşılama oranı hala iyi değil. Dış borçlarımızın gayri safi milli hasılaya oranı hala ürkütücüdür. Bütün bunlara rağmen yeteri kadar çalışmıyor, okumuyor ve düşünmüyoruz. Bir Norveçli bir Türkiyeliden 300 kat daha fazla kitap okumaktadır. Nüfusu 8 milyon olan Çek Cumhuriyeti’nde bir yılda yayınlanan kitap sayısı 70 milyonluk Türkiye’dekinden daha fazladır. Kore Savaşı bittiğinde, Güney Kore az gelişmiş, henüz endüstrisini kuramamış, fakir bir tarım ülkesiydi.İstatistiklere göre 1961 yılında Türkiye’de kişi başına milli gelir 191 dolar iken, Güney Kore’de 64 dolardı. O yıllarda Güney Kore’nin demokrasisi hastalıklıydı. Bu ülkede demokratikleşmeyle birlikte bilim ve teknoloji yükselişe geçti ve Kore kaynaklı mallar dünya pazarlarında başa yarışır oldu. Ancak, yukarıda çizilen karanlık tablo bizi umutsuzluğa düşürmemelidir. Çünkü, Türkiye de iyi şeyler de olmaktadır. Ancak, yukarıda çizilen olumsuz tabloyu değiştirebilmek ve bilgi toplumuna daha hızlı ve daha sağlıklı geçebilmek için Akif’in mesajını anlamaya muhtacız. Onu tam olarak anlayanlardan meydana gelen "Asım'ın nesli," şimdi hem yurt içinde hem de dünyanın her köşesinde canla başla çalışmakta ve milletimize ışık tutmaktadır. Daha önemlisi, Asım'ın nesli şimdi dünyanın her köşesine bilgi ve sevgiyle birlikte bozulmayan, eskimeyen ve solmayan kültür değerlerimizi ulaştırmaktadır. İşte bu nedenle yarınlara güvenle bakabiliriz. Ölüm yıldönümünde Akif'i rahmetle anarken özet olarak diyebiliriz ki, Türk Milletinin her kesimi, genç-yaşlı, yöneten-yönetilen, ama her kesimi, yeniden ve can kulağıyla Akif’i dinlemeli ve anlamalıdır. Çünkü, Akif’i anlamak çağı anlamaktır. Akif’i anlamak çağı yakalamaktır. KAYNAKLAR
Prof. Dr. Cafer MARANGOZ
|